Süreç Suriye’ye İpotek Edilmemeli
Bu süreci, birinci yılını doldurduğu şu günlerde ele alıyoruz. Bir yıllık bu zaman diliminde nelerin elde edildiğini, hangi noktaya gelindiğini, önümüzde ne gibi riskler olduğunu ve sürecin özellikle Suriye merkezli bölgesel yansımalarını değerlendirmek istiyorum.
Devlet Bahçeli, geçtiğimiz Ekim ayında bu konuyu gündeme getirdiğinde, ne siyasetin ne de toplumun gündeminde böyle bir beklenti olmadığı için hepimiz şaşırdık. Bahçeli, bu çıkışını jeopolitik gelişmelere dayandırdı. Atıfta bulunduğu temel dinamik, 7 Ekim sonrası İsrail’in bölgede tetiklediği ve mevcut statükoyu bütünüyle değiştiren gelişmelerdi. Bahçeli, bu yeni statükonun Türkiye için yarattığı tehditlere karşı bir tür bağışıklık kazanmak amacıyla 50 yıllık bu sorunun çözülmesi gerektiğini savundu. Dolayısıyla onun argümanında süreç, Türkiye’yi olası tehditlerden ve sıkıntılardan korumaya yönelik bir girişimdi.
Ancak bu girişimin somut bir yol alması için üç dört aylık bir süre gerekti. Sayın Bahçeli bunu gündeme getirse de Cumhurbaşkanı hemen karşılık vermedi. Retorik düzeyde destek verse de devlet kurumlarını ve mekanizmalarını harekete geçirmekte acele etmedi. Bu girişimin bir Bahçeli inisiyatifi olmaktan çıkıp bir iktidar ve devlet projesine dönüşmesini sağlayan asıl gelişme, Aralık ayında Suriye’de yaşanan devrim oldu. Kanaatimce, eğer Suriye’de bu devrim yaşanmasaydı, konu uzunca bir süre ete kemiğe bürünmeyen bir mesele olarak kalabilirdi.
Suriye’deki devrim, Türkiye için süreci bir tehdit algısından çıkarıp bir fırsata dönüştürdü. Türkiye, sadece bölgedeki gelişmelerden duyduğu tehdit nedeniyle bir sürece başlamayı yeterli görmemişti. Ancak Suriye’de ortaya çıkan yeni durum, bir başlangıç yapmayı anlamlı kıldı. Tehdit ve fırsat algısı birleştiğinde, tüm aktörler için sürecin hızlandırılması gerektiğine dair bir işaret ortaya çıktı. Bu durum, sürecin gerekçesinde dış politika unsurlarının ve bölgesel değişimin ne kadar merkezde olduğunu göstermektedir.
Aslında Suriye, yalnızca Türkiye’nin meseleyi ele alışında değil, PKK’nın silahlı varlığını sürdürmesinde de her zaman belirleyici bir rol oynamıştır. PKK ve çevresindeki aktörler yıllardır silahlı mücadelenin hedeflere hizmet etmediğini ve miadını doldurduğunu dile getirse de örgüt, Suriye gibi istikrarsız bölgelerde elde ettiği kazanımları kaybetme endişesiyle silah bırakma konusunu geri plana itti. Hatırlanacağı üzere, 2013-2015 çözüm sürecinin bozulmasının temel dinamiklerinden biri de yine Suriye idi. O dönemde PKK, Suriye’de elde edeceği kazanımlar nedeniyle Türkiye’de silah bırakmaya razı olmamıştı. Dolayısıyla Suriye, hem devlet hem de örgüt nezdinde, sürecin hem olmasında hem de olmamasında kilit bir işlev görmüştür.
Son bir yıllık süreçte ise ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Her iki taraf da siyasal söylemlerinde ve diplomatik girişimlerinde Suriye’yi sürekli ön planda tutmasına rağmen, sürecin ilerleyişini engellememesi için Suriye’yi denklem dışı bırakmaya özen gösterdi. PKK, silah bırakma kararının Suriye’yi bağlamadığını vurgularken; Türkiye, meselenin “terörsüz bir bölge” hedefini de içermesi gerektiğini, aksi takdirde eksik kalacağını belirtti. Bu zıtlıklara rağmen süreç bugüne kadar akamete uğramadı. Öcalan’ın çağrısı yapıldı, PKK kararını açıkladı ve ilk sembolik adımlar atıldı.
Şu anki müzakere sürecinde, Türkiye ve Suriye takvimlerini birbiriyle örtüştürme çabası içinde bazı “gri alanlar” bırakılıyor. Bu tür muğlaklıklar bazen tarafları motive ederek süreci ilerletebilir, ancak bazen de belirsizlikler nedeniyle engelleyici bir rol oynayabilir.
Türkiye’nin kurgusunda, Suriye’de bir kazanım elde edilmesi süreçten maksimum fayda sağlanmasını mümkün kılacaktır. Ancak Suriye’de ciddi bir yol alınamasa bile, sadece PKK’nın Türkiye’de silah bırakması dahi tek başına yeterince güçlü bir kazanımdır. Önümüzdeki günlerde devletin bu konuyu bir ön şart olarak görüp görmeyeceğini anlayacağız. Bazen söylemlerde, mecliste çıkarılacak bir yasal düzenleme için Suriye’de de bir gelişme yaşanmasının zorunlu tutulacağına dair güçlü vurgular var.
Suriye’deki temel sorun alanı iki başlıkta toplanabilir: Birincisi, SDG gibi silahlı bir yapının Suriye ordusuna entegre olmadan varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği meselesidir. İkincisi ise ülkenin üniter yapısını sıkıntıya sokacak özerk bir idari yapılanmanın olup olmayacağıdır. Bu iki meselenin de çözümü zaman alacaktır. Bütün aktörler takvimi hızlandırmak istese de sürecin kendi doğal bir ritmi var. Ancak “zamanın ruhu” ve bölgedeki genel gidişat, SDG’nin bu iki talepte de geri adım atmak zorunda kalacağını gösteriyor. Arap Baharı ve sonrası yaşanan istikrarsızlıklar, bölge ülkelerinde ve halklarında güçlü merkezi yönetimlere yönelik bir arayış doğurdu. Devlet dışı silahlı aktörlerin popüler olduğu dönemler geride kaldı. Bu nedenle Suriye’deki çözümün, ne Türkiye’nin ne de SDG’nin maksimalist taleplerinde değil, ikisinin ortasında bir yerde, bölgenin kendi dinamikleriyle şekillenecektir.
Sonuç olarak, bu meselenin bölgesel dinamiklerle ne kadar iç içe olduğunu kabul etmekle birlikte, kamusal tartışmalarda konuyu bütünüyle Suriye’ye odaklamanın siyaseten doğru olmadığını düşünüyorum. Süreci bölgeden soyutlamak imkânsızdır, ancak bütün meseleyi Suriye’ye endekslemek ve oradaki bir başarısızlığın Türkiye’deki süreci de anlamsız kılacağına dair bir mesaj vermek yanlıştır. Suriye’de ne olacağından bağımsız olarak, 50 yıllık bir terör örgütünün silah bırakması; Türkiye’de siyasetin, toplumsal dinamiklerin ve dış politikanın, kısacası siyaset tahayyülümüzün silahsız bir evrende yeniden düşünmeye başlaması başlı başına muazzam bir kazanımdır. Bu yüzden, Suriye meselesinin önemini göz önünde bulundurmakla birlikte, Türkiye’deki süreci Suriye’ye ipotek etmenin doğru olmadığını düşünüyorum.
